Avrupa ve Amerika’da popülizmin yükselişi ve Covid-19 salgını sonrası başlayan Neo-Liberalizm ve küreselleşme tartışmalarında, komünist düşünürler yeniden gündeme gelmeye başladı. Düşünürler, Neo-Liberalizm ve küreselleşme ile, toplumda refahı yükselteceği ve kazananlarla kaybedenler arasında denge kurulacağı öngörüsünün gerçekleşmediğini savunuyorlar. Bu komünist düşünürlerden birisi de, Amerikalı siyaset felsefesi uzmanı Michael J. Sandel.
Harvard Üniveristesi’nden, 2012’de ‘Her şey satılık değildir’ ve 2015’te de ‘Adalet’ konulu kitaplarıyla ün kazanan Michael J. Sandel, “Kazananların Tiranı: demokrasinin geleceği” başlıklı son çalışmasıyla dikkatleri üzerine çekti. Siyaset felsefecisi Sandel’in son çalışmasının geçen hafta Hollandaca olarak yayınlanmasıyla, başta de Volkskrant ve Trouw gazeteleri olmak üzere, farklı söyleşiler yapıldı.
Michael J.
Sandel’ın son yazdığı ‘The Tyranny of Mert’ kitabında ele
aldığı konulara geçmeden önce, kısaca yazarı tanıyalım:
Siyaset felsefesinde uzmanlaşan Amerikalı filozof, siyaset felsefesindeki
komünist akımının içindedir. Michael Sandel 1975 yılında Brandeis
Üniversitesi’nden mezun olup, altı yıl sonra Oxford Balliol College’de doktorasını
tamamlamıştır. 1982 yılında ‘A Theorie of Justice’ kitabıyla,
liberal teori geliştiren John Rawls’a karşı yazdığı ‘Liberalism and the
Limits of Justice’ kitabıyla tanınmaya başlar Michael Sandel. 1980
yılından itibaren Harward Üniversitesi’nde ders vermeye başlayan Sandel’ın
tanınılırlığı tüm dünyaya yayılırken, 2001 yılında Paris Sorbonne
Üniversitesi’nde misafir öğretim görevlisi oldu. Sandel, ‘Yeni
Vatandaşlık’ başlığı ile BBC’de dersler vermektedir.
‘Herkesin eşit haklara sahip olduğu bir topluma yönelmeliyiz. Bütün insanların renk, köken, cinsiyet farkı gözetilmeksizin kendi yeteneklerini en güzel şekilde kullanabilecekleri ve geliştirebilecekleri bir toplum fikrisol çevreler tarafından savunuldu. Buna rağmen iş pazarının en altındakiler çoğunlukla sağ ve muhafazakarlara oy verdiler. Eşit hakları savunanlar da sırt çevirdiler.’ diyen Sandel, her geçen gün elitlerle halk arasındaki mesafenin büyüdüğüne, kazananlarla kaybedenler arasındaki farkın açıldığına dikkat çekiyor. Eşitlikçi toplum modelinde, yani ‘Meritokratik ideal’ anlayışında, savaş sonrası kuşağının, diplomasızların da yetmişli yılların sonuna kadar iş bulabildiğine dikkat çeken Sandel, sonraki yıllarda bu idealin bittiğini söylüyor.
Sandel Avrupa toplumundaki ayrışmalara, kutuplaşmalara dikkat çekiyor ve toplumun geleceği için tekliflerde bulunuyor. Sağcı, muhafazakar ve cumhuriyetçilere serbest pazar yerine topluma yönelmelerini salık veren Sandel, insanın ürün olarak değil topluma faydalı olabilen olarak görülmesini istiyor. Tüketim malzemeleri, yatırım ve para aktarımlarına yüksek vergi uygulanmasını teklif ediyor Sandel.
Popülizmin
yükseliş nedeninin temelinde halkın elitlerden intikam alma duygusu yattığını
söyleyen Sandel, ‘İşçi sınıfından insanların ve elitlerin özellikle
diplomalıların, kendilerini aşağıladıklarına kanaat getiriyorlar’diye devam
ediyor.
‘Karar verici elitlerin küresel ekonomiyi nasıl organize ettiklerine
bakılırsa, bu kanaat anlaşılabilir. Neoliberal sistem, düşünce eksenli bir
sistem kazananların başarılarının kendi marifetleridir’ diyor
Sandel.
Aşağılanmada, Donald Trump’un tipik bir örnek olduğuna dikkat çeken Sandel,
Trump’un hayatı boyunca finans, entellektüel ve siyaset elitleri tarafından
aşağılandığını söylüyor.
Merkez sol siyasetçiler, Tony Blair, Gerhard Schröder, Barack Obama, Bill en Hillary Clinton’u kitabında eleştiren Sandel, Reagan ve Thatcher’den sonra yönetime gelen merkez sol ve sosyal demokratların, pazar ekonomisinin toplumsal çıkar için en önemli enstrüman olarak gördüklerini dile getiriyor. ‘Böylelikle zararın en hafifine tabi olduklarını, doksanlı yılların başında yaşanan ekonomik büyümeyi bir pazar ekonomisi ve küreselleşme sonucu olarak ve kaybedenlerin yeniden ayağa kalkması için fırsat olacağında yanıldılar. Ancak bu ekonomik büyümenin olumsuz etkileri hiç bir zaman giderilemedi. Bütün zararın ekonomik yol ile tamir edileceğine inananlar, büyüyen geri kalmışlığın farkına varamadılar. Böylelikle toplumda sosyal bağlar kayboldu’ diyor Sandel.
Hakim küresel pazar ekonomisi, topluma nasıl katkıda bulunurum yerine, sürekli bir yarış, kendini kanıtlama, kazanma kriterlerini empoze ettiğinin doğru olduğunu söyleyen Sandel, ancak bunun demokratik bir şekilde yapıldığını belirtiyor. ‘Diğer taraftan topluma değer katan uğraşlar, ev işlerine yardım, çocuk yetiştirme, gönüllü çalışma görmezlikten geliniyor. Değeri bilinmiyor. Oysa Korona salgını sürecinde önemine binaen ya da toplumdan daha önemli gösterilen ve öne çıkarılan işlere bir bakın: sağlık, temizlik, ulaşım, dağıtım gibi işler’ diyor Sandel.
‘Öğrendiğin, kazandığındır’ sloganı, başta Amerika olmak üzere, diğer Avrupa ülkelerinde de üzerinde durulan bir çıkış noktası olup eğitimin önemine vurgu yapılmaktadır. Oysa bu şekilde yüksek eğitimli olmayan halkın üçte ikisi önemsenmemektedir’ diyen Sandel, gerek Amerika’daki gerek Avrupa’daki elitlerin, her ne kadar hayret etseler de, geride kalan on yıllarda toplumun çoğunluğuna yabancılaştığını belirtiyor. ‘İşte bundan dolayı elitler brexit gelişmesinden, Trump’un kazanmasından ve Avrupa’da popülistlerin başarılarından şoke oldular’ diyor Sandel. Yazara göre, elitler uyguladıkları meritokratik toplum (bireysel üstünlük, liyakat, fırsat eşitliği) modelinde yükselemeyenlerin suçunun, yükselemeyenlerde olduğu yanılgısı içine girdiler ve bununla ne kadar küçümseyici olduklarını göremediler.
Meritokrasi’nin demokratik toplum için iyi bir yöntem olmadığını belirten Sandel, ‘İyi işleyen demokrasilerde halkın farklı kesimlerinin okulda, spor kulüplerinde, parklarda, istasyonlarda karşılaşıp tecrübelerini paylaşır’ diyor. Bunun toplumun geneli için faydalı olduğunu, ancak günümüzdeki meritokratik toplumda halkın farklı kesimlerinin karşı karşıya getirildiğine dikkat çeken Sandel, üst tabakanın ve elitlerin toplumun diğer kesimiyle kısıtlı bir ilişki içinde olduğunu söylüyor. Elitlerin kendi dünyalarında yaşadıkları, bunun toplumsal kutuplaşmaya sebep olduğunu ve bunun siyaseti zehirleyip, insanları birbirinden ayırdığına dikkat çekiyor Sandel.
Batı’da
yaşanan her kriz ve sonrası, ekonominin türbülansa girdiği dönemlerde, örneğin
2008 krizi sürecinde olduğu gibi, toplumun gidişatı sorgulanır. Demokrasi ve
hukuk devleti de sorgulamalardan nasibini alır. Son altı aydır yaşanılan korona
krizi ile söz konusu tartışmalar tekrar güncelleşti. Batı’nın sosyal refah
devleti modelinden uzaklaştığına vurgu yapılıyor. Avrupa demokrasilerinde
kutuplaşmanın gözlemlendiği, geride kalan on yıllarda gelir eşitsizliğinin
arttığı, buna karşı popülizmin yükseldiği ve merkez sol partilerin düşük
gelirliler yerine yüksek eğitimlilere yöneldikleri bir realitedir. Zenginlerle,
düşük gelirlilerin arasındaki farkın açılması ve orta sınıfın yavaş yavaş
kaybolması da ayrı bir tartışma konusu oluşturmakta.
Siyaset felsefecisi Sandel’ın da ifade ettiği gibi, Avrupa’yı bir dönem yöneten
sol ve sosyal demokratların da, ekonomiyi her şey olarak görmeleri ve kısa
dönem işi kurtarma eğilimleri, bugünkü Avrupa’nın içinde bulunduğu bunalımı
oluşturmuştur. Velhasıl; adalet, refah, dengeli gelir dağılımı ve
merhamet anlayışının zayıflaması veya zarara uğraması toplumlarda onarılması
zor yaralar açar.
Veyis Güngör
1 Ekim 2020