1987
yılının Aralık ayında, Hollanda üniversitelerinde okuyan Türk öğrencileri
olarak, ilk kez Hz. Mevlana Celaleddin
Rumi ile ilgili, bir anma programı düzenlemiştik.
O yıllarda, Hollanda’da Hz. Pir’in düşünceleri üzerine konuşma yapacak, hemen
hemen hiç uzman olmadığı için, programda, daha önce Mevlana ile ilgili yapılan
sempozyumlarda yapılan konuşma metinlerinden yararlanmıştık. Bu konuşmalardan
birisi de kıymeti fazla anlaşılmadan ebedi aleme göç eden Prof. Dr. Erol Güngör’e aitti.
Erol Güngör, Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü sırasında, Konya’da yapılan ‘Mevlana Sempozyumu’nun açılış konuşmasında, ‘Türk milleti, ebedi aleme göç edenleri, hayırla yad eder. Onları iyilikleriyle hatırlar, anar’ diyordu. İşte, o tarihten itibaren ben de, nacizane bu dünyadan göçenlerin ardından, hep iyiliklerini ve güzelliklerini hatırlamaya gayret ettim.
Ahmet Haluk Dursun hocayla, ilk tanışmamız ve son görüşmemize geçmeden önce, onun biraz önce andığımız Erol Güngör’ün cenazesiyle ilgili kısa bir hatırasına değinmek istiyorum.
Haluk
hoca anlatıyor: “…radyodan Selçuk
Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Erol Güngör’ün vefat haberini aldık. O andan
itibaren bir hadis-i şerifin tecellisini canlı olarak yaşar olduk: ‘Alimin
ölümü, alemin ölümüdür.’…İstanbul Beyazıt Meydanı tıpkı eski günlerde olduğu gibiydi…
Tabut, üniversite bahçesinden Beyazıt Camii’ne getirildi. Eskiden olduğu gibi,
tekbirler getirildi. Fakat kalabalığın hıçkırıkları tekbiri bastırmıştı. Oysa bu
insanlar daha önce yüzlerce şehit cenazesi kaldırmışlardı. Ölümü tabii
karşılamaları gerekirdi. Öyle olmadı. Hepsi hıçkırıklarla ağlıyorlardı…
Arkadaşlarla, ‘niçin Erol Güngör için bu kadar ağladık?’ sorusuna bulduğumuz
cevap ise şöyleydi: Erol Güngör hoca sadece bir ilim adamı, idareci, yazar
değil, kelimenin tam manasıyla ‘dava adamıydı.’ Bu bakımdan ızdırap ve matem
fazla oldu. Hayatı boyunca davası için ihlasla yaptığı fedakârane hizmetler, herkes
tarafından takdir ediliyordu. O ‘ilim adamlığı’ kisvesi altına saklanıp da,
kendini cemaatten ve dertlerden kaçırmamış, 12 Eylül öncesi ve sonrası ‘erkekçe’
mücadelesine devam etmişti. İşte millet onun davadaki bu ‘erkekliğine’
hayrandı.”
Ahmet Haluk Dursun hoca, 1980’li yıllarda Leiden Üniversitesi Türkoloji Bölümünde öğrenci olan, değerli dostum Cengiz Özdemir’in, Hereke’den çocukluk ve gençlik arkadaşıydı. Haluk hocayı, Cengiz Özdemir’in anlattığı hatıralarla gıyaben tanıyordum. Hocayla ilk yüz yüze görüşmemiz İstanbul Fatih’deki bekar evinde olmuştu. Bir yaz akşamı hocanın misafiri oldum. Hoca, akşam yemeğinde menemen yapmıştı. Ekmeği bandırarak menemeni yedik. Evi küçüktü. Tüm odaları kitaplarla kaplıydı. Adım atacak yer yoktu. Gazete küpürleri, dergiler, fotoğraflar çalışma masasının üzerini doldurmaktaydı. İçimden, ‘Haluk abi bu kadar kitabı nasıl ne zaman okudu’ dedim. O akşam, Fatih’deki, ana cadde üzerinde kurulan akşam pazarını gezmeye çıktık bir ara. Kitap satılan bölüme geldiğimizde, hoca yerden eline çok kalın olan bir kitabı aldı. Kitabı evirdi, çevirdi, ön sayfalarını, arka sayfalarını karıştırdı ve bana uzatırken gülümseyerek, ‘Bu kitap benim sözde Ermeni soykırımının yalan olduğunu anlattığım kitabın, korsan baskısı’ dedi. Kitapların, yazarlarından habersiz basılıp yayınlandığını ilk defa orada öğrenmiş oldum.
Ertesi gün, kahvaltıdan sonra yürüyerek Beyazıt Meydanı’na geldik. İstabul Üniversitesi’nin ihtişamlı giriş kapısı arkamızda kaldı. Konu nasıl açıldı hatırlamıyorum. Ancak hoca, bir zamanlar burada Küllük ve Marmara isminde sohbet mahfillerinin olduğunu anlattı. Bilindiği gibi bu sohbetlere, Nurettin Topçu, Fethi Gemuhluoğlu, Nihal Atsız, Asaf Halet Çelebi, Necip Fazıl Kısakürek, Ekrem Hakkı Ayverdi, Emin Işık, Mithat Bahri, Erol Güngör gibi bir çok ilim erbabı katılırmış. Bu bağlamda, Emin Işık hocadan da, özellikle Marmara’nın gediklileri arasında, Matbaacı Ziya Bey, Hilmi Bey, Maliyeci İbrahim Bey, Nuri Karahöyüklü hoca, Adli Tıp reisi Prof. Atademir hoca, Kitapçı Muzaffer Hoca, Şair Dr. Abdullah Öztemiz (Hacıtahiroğlu), Avukat Osman Bey, Zabtiye Ahmet, Baba Nail, Mehmet Çavuşoğlu gibi isimlerin olduğunu dinlemiştim. Haluk hocanın sohbeti arasında dikkat çeken bir başka isim ise, Ali İhsan Yurd hocaydı. Ali İhsan Yurd hoca, genellikle Beyazsaray’daki Enderun Kitabevi’nde sohbet edermiş. Cumartesi sohbetlerine, Anadolu Mektebi öğrencilerinin yakından tanıdığı Mustafa Kutlu başta olmak üzere, İsmail Kara, Ertuğrul Düzdağ, rahmetli Mehmet Şevket Eygi ve Hakkı Dursun Yıldız gibi bir çok kültür ve medeniyetimizle ilgilenen isimler katılırmış.
Ahmet Haluk Dursun hocayı, son kez,
vefatından kısa bir süre önce, Kültür Bakanlığı’ndaki makamında ziyaret ettim. Rahatsızlık
vermemek için, ertelediğim, geç kalmış bir ‘hayırlı
olsun’ ziyaretiydi. Uzun uzun sohbet ettik. Bulunduğu makamın geçici
olduğunu biliyor ve makamda kaldığı her günü, her saati değerlendirmek
istiyordu hoca. Türkiye dışında yapılması gereken, ‘kültürel
diplomasi, Yunus Emre Enstitüleri’nin misyonu, Avrupa Türklerinin
oluşturacakları bir gelecek perspektifi’ gibi konular üzerine fikir
alışverişi yaptık.
Hoca, editörü olduğu “Medeniyet Köprüsü, Beş
Şehirli” isimli kitaptan on adet hediye verdi. Kitabı,
İstanbul-Amsterdam arası uçak yolculuğunda heyecanla okudum. Okumakla
yetinmeyip, 9’uncu
Amsterdam Biyografi Okumaları’nda, Beş Şehirli’yi rahmetle andık. Bu şehirliler,
Ahmed Süheyl Ünver,
Ali Fuad Başgil, Ekrem Hakkı Ayverdi, Fethi Gemuhluoğlu ve Mâhir İz gibi, bir
dönemin fikir, iman ve aksiyon şahsiyetleridir. Bir kuşağın hocaları, ilham
kaynakları, örnek şahsiyetleridir.
Öğrencilik yıllarımda, bilgisi, tecrübesi, çalışkanlığı ve gençlere tarihi sevdirmesiyle tanıdığım Ahmet Haluk Dursun hocayı hatırlamışken, aklıma gelen bir iki kısa hatıra bunlardan ibaret.
Ahmet Haluk Dursun hoca da, yukarıda sayılan çok değerli isimler arasına kavuşanlardan oldu. Gök kubbede hoş bir seda bıraktı. Ruhu şad, mekanı cennet olsun. Mücadelesi gençlere ilham ve örnek olsun.
Veyis Güngör
14 Aralık 2020