Bir ilkbahar mevsimiydi. Günlerden Cumartesi’ydi. Öğle vakti girdi girecekti. Konya Tahir Paşa Camii şadırvanında abdest almıştım. Arkamdan tanıdık bir ses: ‘Başkan seni çağırıyor’ diyordu. Hayırdır demeye vakit bile kalmadı. Ocak, iki adımlık uzaklıktaydı. Birlikte yukarı çıktık. Başkanın koltuğunda Ankara’dan gelen ve bıyıkları aşağı sarkmış milli güreşçi Mehmet Güçlü oturuyordu. Öyle heybetli bir duruşu varki, yüzüne bakmak bile cesaret işiydi. Etrafındakilere hiç bakamadım bile heyecandan. Mehmet Güçlü davudi ses tonuyla ‘arkadaşlarımızla birlikte çalışmanı istiyoruz’ dediğini hatırlıyorum. Az sonra Zafer sinemasındaydık. Ocak kongresi yapılıyordu. Konuşmalar, teşekkürler derken yeni yönetim kurulu üyelerinden ismi okunan kürsüye çıkıyordu. İsmim okundu. Heyecanım daha da artmıştı. Kürsüye çıktık. Ve meşhur yemin. Kongre bitmişti. Okuldan, mahalleden arkadaşlar hayırlı olsun diyor, tebrik ediyordu. Ben hala olanları anlamaya çalışyordum…
Ocak yönetim kurulu üyeleri içinde yaş olarak en gençleriydim. Bu benim için nasıl bir değişimdi anlatamam. Elli metre uzaktan gördüğümüz veya başkan geliyor talimatını duyduğumuz an elimizin ayağımızın birbirine dolaştığı Ülkü devleriyle aynı yönetimdeydik. Bunların bir çoğu tarihe isimsiz kahramanlar olarak, yitik kuşak olarak geçecekti. Yeni bir medeniyet tasavvuruna, yeni bir dirilişe inananıyorlardı. Varoluş’a yeni bir anlam kazandırma idealindeydiler. Anlamsız, gayesiz bir hayat olmazdı. İmamı Azam, İmamı Maturidi, Hoca Ahmed Yesevi, Yusuf Has Hacip’lerle başlayan ve Mevlana Celaleddin Rumi, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre’lerle Anadolu’da şekillenen bir Allah-birey ilişkisinin çağımızda da hayat bulması iddiasındaydılar. Türk’e ve insanlığa yeni bir ontoloji, yeni bir anlayış sunmanın derdindeydiler. Ve, benim için, çeyrek asırı geçen bir süreyle yapmış olduğum çalışma ve uğraş’ın dönüm noktası da böylece başlamış oluyordu…
Bundan otuzyedi yıl önceydi. Yine bir yaz günüydü. Babam Hollanda’dan yaz tatiline gelmişti. Annem ve kardeşlerimle beni de yanına alacaktı. Malum, o yıllar bir çok genç gibi, daha onsekizimize bile basmadan vatan ve millet meselelerinden başka bir şey düşünmüyorduk. Kalmak ve gitmek arasında zorlanıyordum. Ve bir akşam, başkan ve bazı yönetim kurulu üyeleri Meram Yeniyol’daki evimize misafir oldular. Memleket meseleleri konuşuldu tabiiki. Ama benimle ilgili de karar verileceği için, heyecandan içim içime sığmıyordu. Hollanda’ya gitmem konusu açıldığında ben terliyordum. O sert bakışlı, dirayetli, kararlı ve bir o kadar da şefkat ve merhamet sahibi başkan ne karar verecekti. Ya Rab, hakkımızda hayırlısı olsun diyordum içimden. Ziyaret tamamlanıyordu. Anlaşmaya varılmıştı. İstişare sonuçlanmıştı. Ben Hollanda’ya gidiyordum. Sevinmek ve hüzün arasında bir duyguydu…
Karar vermek kolay olmamıştı. Daha gençliklerini bile yaşamadan, bu vatanın ha ekmeğini yemişim ha kurşununu diyen, Türkiye ve esir Türkler denince heyecanlan, İslâm ahlak ve fazileti diyerek yeni bir medeniyet dirilişinin sancılarını gönüllerinde hissedenlerden nasıl ayrılacaktım? Kaldı ki, bu Ülkü güllerinin Eylül’de kırılacağı hiç mi hiç aklıma gelmemişti. Ve o yılın Ağustos ayının son haftası aile birleşimi çerçevesinde Hollanda’ya gitmiştim…
Aradan yıllar geçti. Yolum, ilk kez Fethiye’ye düştü. Fethiye denince bizim aklımızda hep o isim gelirdi. O Ülkü devine selam vermeden geçmek yakışmazdı. Ahlakımız buna izin vermezdi. Telefon numarasını Konya’dan Musa Karaçor’dan aldım. Telefon ettim. Yurtdışı numarası olunca telefona bakmadığını hemen farkettim. Yine Konya’dan dostumuz Cemal Erkoç devreye girdi. Ertesi gün, Fethiye dışında ama bizim yolumuzun üstündeki yayla evinden görüşmek üzere anlaştık. Yayla evi olarak kara kıl çadır beklerken, bahçeli bi yayla evi çıktı karşımıza. Ülkü devi, kapının önünde bekliyordu. Yıllar sonra, karşımda bembeyaz sakalıyla, Oğuz Ata, Dedem Korkut vardı adeta. Sakal bir başka yakışmıştı. Ses tonu ve konuşması hiç mi hiç değişmemişti. Eylül’le gelen gül kırımı onu ‘Ülkü denen nazlı gelin’e sâdık kalmaktan alıkoymamıştı. Sanki, 12 Eylül’ün hücrelerinde akıl almaz işkenceler gören, benizleri solan bu adam değildi.
İsmini bilerek sona sakladığım Ülkü devi, 1980 Konya Ülkü Ocak’ları başkanı Hasan Kıvrak’tı. Hasan Kıvrak bizim için bir efsaneydi. Konya’da fırtına estirirdi istediği an. Binlerce genç tam inanırdı ona. Sert bakışlıydı. Ama bir gönül adamıydı her haliyle. Ve şimdi sakalı beyazlamıştı. Beş yıl 12 Eylül hücrelerinde ne işkenceler çekmişti. Bir ömür vermişti bu vatana ve millete. Kıymeti bilinmeyenlerden sadece birisiydi. Ama o kimseye dargın değildi. Kızmıyordu. Hala, devleti ebed müddet diyordu. O, hala bu milletin yeniden bir dirilişle 2023, 2071 hedeflerine odaklanmasına inanıyordu. Hasan başkan hala bir Kızılelma’dan bahsediyordu konuşmasında. O, sabah namazından sonra bahçesinde çalışıyordu, geçen ay rahmeti rahmana kavuşan Ahmmet Er ağabey gibi. Kitap okuyor ve Türkiye’nin geleceği için hesaplar yapıyordu. O, en azından 15 Temmuz’da nöbet tutmak bu millete vefa burcunu ödemektir diyordu…
Evet. Yıllar sonra yolumuz Fethiye’ye düştü. Ahde vefa diyerek Ülkü devi Hasan Kıvrak başkanı ziyaret ettik. Hatıralar canlandı. Hazırlanan Yörük ayranları içildi. Köz üzerinde, semaverde demlenen çaylar yudumlandı. Yanan odun dumanını kokladık. Yörük ya, bu sayılmaz diyordu ısrarla. Oysa biz onu ve muhterem eşi hocahanımı ziyaretle memnun olduk. Ve yolumuza devam ettik, huzur ve huşu içinde…
Veyis Güngör
17 Temmuz 2017